top of page

Sevdiğin Birine Öfkelenmek...

  • Yazarın fotoğrafı: Zehra Al Bilgin
    Zehra Al Bilgin
  • 1 Haz
  • 7 dakikada okunur
Bir Suçluluk Döngüsünün İçinden

Ebeveynlikte suçluluk, bazen sevgiyle, bazen öfkeyle iç içe geçer; duyguların birbirine karıştığı o yerde, insan en çok kendine yabancılaşır.


Bazen bir duygu öyle yoğun, öyle tanımsız bir şekilde gelir ki… Öfke mi, suçluluk mu, utanç mı — ne olduğu hemen anlaşılmaz. Özellikle bir ebeveyn olarak, bebeğin bir ihtiyacının karşılanamadığı düşünüldüğünde ya da ebeveyn ona “yetemediğini” hissettiğinde… Yükselen bu duygular gerçekten onunla mı ilgilidir, yoksa kendi geçmişinin izlerini mi taşır?


Bu sorunun izini sürerken, psikanalist Melanie Klein’ın özdeşleşme üzerine yazdığı satırlarda altını çizdiğim şu cümleler birazdan değineceğim bir çok şeyin temelini atıyor:


“Gerçek anlamda düşünceli olmak, kendimizi başka insanların yerine koyabildiğimiz anlamına gelir:

Kendimizi onlarla özdeşleştiririz. Başka insanlarla özdeşleşme yetisi, genel olarak insan ilişkilerindeki en önemli unsur olup, gerçek ve güçlü sevgi duygularının bir koşuludur. Kendi duygu ve arzularımızı göz ardı etmeyi veya belli ölçüde onlardan fedakârlık yapmayı ve böylece bir süreliğine başka bir insanın

çıkar ve duygularına öncelik vermeyi ancak sevilen insanla özdeşleşme yetisine sahipsek başarırız.”


Klein’ın özdeşleşme tanımı, özellikle ebeveynlik deneyiminde çok daha belirgin bir şekilde karşımıza çıkar. Ebeveynlik, yalnızca çocuğa bakım vermekle sınırlı bir süreç değildir. Aynı anda geçmişle, şimdiyle ve bilinçdışıyla iç içe geçmiş derin bir deneyimdir. Bebeğimizle bağ kurarken, onu anlamaya çalışırken çoğu zaman onunla özdeşleşiriz. Bu özdeşleşme yalnızca sevgiyi değil, geçmişten taşan bazı yaraları da beraberinde getirir. Çünkü kimi zaman bebeğin ağlamasında, huzursuzluğunda ya da sürekli ilgi talebinde tetiklenen duygular, ona değil — yetişkinin geçmişinin yankılarına aittir. Bebeğe gösterilen çaba, bazen kişi için zamanında gösterilmemiş ilginin bir yansıması olur.


“Nihayetinde, sevdiğimiz biri için fedakârlık yaparak ve kendimizi sevilen insanla özdeşleştirerek,

iyi ebeveyn rolü oynarız ve bu insana bir zamanlar ebeveynlerimizin bize yaptığı gibi –ya da yapmalarını istediğimiz gibi– yaklaşırız. Aynı zamanda, geçmişte yapmak istediğimiz ve şimdi de canlandırdığımız gibi,

ebeveynlerimize karşı ‘iyi çocuk’ rolünü de oynarız.”

— Melanie Klein, Sevgi, Suçluluk ve Onarım


Bu özdeşleşmenin etkisiyle, bazı anlarda kişi sadece ebeveyn değil; çocuk da olur. O çocuk, kimisi için, zamanında görülmeyi, duyulmayı, kapsanmayı beklemiş ve sevilebilir olma, değerli olma inancına yönelik en temel ihtiyaçlarında eksik kalmış bir çocuktur. Eksik kalan bu ihtiyaçla birlikte, bebekle kurduğu bağda hem ebeveyn hem de çocuk rollerini aynı anda üstlenir hayatın bu yeni evresinde.


Tam da bu yüzden, bazen öfke aslında bebeğe değil, kişi için bir zamanlar orada ol(a)mayanlara —ebeveynlere— yöneliktir. Ama bu duygularla hiç yüzleşmemiş birisi, bu öfkenin kaynağını çoğu zaman fark edemez. Aslında bebekle kurulan o özdeşlik, bu eski öfkeyi yeniden yüzeye çıkarır. Bu noktada, karmaşık duyguların en yoğun olanlarından biri olan suçluluk da devreye girer. Kişi bir yandan yeterince iyi bir ebeveyn olamamanın yükünü taşırken, bir yandan da geçmişin onarılmamış yaralarına yeniden yaklaşmış olur. Böylece, bugünkü ebeveynlik deneyimi, geçmişin kapanmamış defterlerine dönüşebilir.


Her seferinde bebeğin ihtiyacıyla yüzleştiğinde, aslında geçmişte karşılanmamış başka bir ihtiyaca da dokunmuş olur. Ve belki de en ağır duygular, “bebeğime yetemedim” düşüncesinden değil, “bana da bir zamanlar yeten olmamıştı” gerçeğiyle yeniden yüzleşmekten doğar.


Yoğun öfke hali, yalnızca şimdinin değil; geçmişten bugüne kadar taşınan duyguların bir sonucudur. Sevilen birine öfke duymak ise başlı başına sarsıcıdır, çünkü bunun ardından suçluluk ve kaygı gelir. Bu da bireyi içinden çıkması zor bir duygusal girdaba sürükleyebilir.


Suçluluk bazen bir davranıştan değil, sadece bir duygunun “fazla” olduğunu düşünmekten bile kaynaklanabilir:


• “Ben nasıl bir anneyim ki böyle hissediyorum?”

• “Bunu düşünmemeliydim… çünkü onu seviyorum.”


Ebeveynlikte suçluluk çoğu zaman yalnızca bir davranışı değil, benliği, sevgiyi, yeterliliği ve bağlılığı bir bütün olarak tartar. Ve tüm bu sorgulamalar yaşanırken, iç ses adeta bir mahkeme gibi toplanır; yargılayan, cezalandıran ve sorgulayan bir hale gelir.


Bu noktada, duygularla kurulan bağa dair önemli bir içgörü sunan Duygu Odaklı Terapi (DOT) şu açıklamayı yapar:


Suçluluk, bağa zarar verdiğini hissettiğinde ortaya çıkar. Onarmak, telafi etmek, yeniden temas kurmak istersin. Bu haliyle suçluluk, yalnızca bir pişmanlık değil; ilişkiyi sürdürme arzusudur. Bastırılırsa utanca dönüşür; duyulur ve işlenirse onarıma alan açar.


Zihinsel Bağlar, Yer Değiştirme ve Projeksiyon

Suçluluk ve öfkenin böylesine yoğun yaşandığı durumlarda, birey çoğu zaman duygularının kaynağını ayırt etmekte zorlanır. Zihinsel bağlar hızlı kurulduğunda, kişi duygularının gerçek sahibini karıştırabilir. İşte burada devreye bazı savunma mekanizmaları girer: Yer Değiştirme ve projeksiyon (yansıtma).


Yer değiştirmede, duygunun hedefi değişir; örneğin geçmişe ait bir öfke bugünkü bir duruma ya da kişiye yönelir. Projeksiyonda ise duygunun sahibi değişir; kişi kendi duygusunu başkasına aitmiş gibi algılar.


Örneğin, birey kendi değersizlik hissini fark etmek yerine, çocuğunun “fazla talepkâr” olduğunu düşünebilir. Oysa aslında çocuğun davranışında görülen şey, yetişkinin kendi bastırılmış duygusal ihtiyaçlarının dışavurumudur.


Bu duygusal karmaşa içinde yetişkin, kendi duygularına yabancılaşabilir. Kendi acısını, çocuğun davranışı gibi yorumlar. Ve bu, ilişkisel alanda ciddi bir kırılganlık yaratır. Ancak bastırılmadan duyulmuş bir duygu, hem ebeveyn hem de çocuk için bir dönüşüm alanı açabilir.


Destek İhtiyacı: Sadece Yardım Değil, Kapsanma Arzusu

Bu tür duygusal süreçlerin ortasında, özellikle bebeğin bakımında zorlandığımız anlarda, içimizde yükselen öfke gerçekten sadece bebeğe yönelik mi ortaya çıkar ? Yoksa o an, yardım beklenenbir yakın —eş, anne, baba vs.— destek olmadığında, daha derin bir yalnızlık hissi mi tetiklenir?


Bebek uyumaz, saatlerce uğraşırsın…

Ve bir anda kendini “Uyu artık!” diye bağırırken ya da “Ben beceremiyorum” diye ağlarken bulursun.


Bu noktada öfke yalnızca bebeğe değil, çevremizden göremediğimiz desteğe de yönelir. Ama belki daha da derininde, çocukluktan beri süregelen görülmeme, duyulmama hissi vardır. Bu yüzden bu öfke, sadece bugünü değil; geçmişte karşılık bulmamış bir ihtiyacın şimdi başka bir yüzle yeniden görünür hale gelişidir.


Çoğu zaman bu hisleri dile getirmek kolay değildir:


• “Zorlanıyorum ve kimse görmüyor.”

• “Birisi elini uzatsın. Sadece bebeği değil, beni de taşısın.”

• “Birisi ‘senin zorlandığını görüyorum’ desin.”


İhtiyaç duyulan şey yalnızca fiziksel yardım değil; duygusal olarak taşınmak, kapsanmak, görülmek ve duyulmak arzusudur. Bu ihtiyaç ise yalnızca bugüne değil, geçmişte eksik kalmış bağların köklerine uzanır. Ve yetişkinlikte, bir başkasına gerçekten eşlik edebilmek, onun ihtiyaçlarını görebilmek ve onu kalpten duyabilmek için —bir zamanlar kişinin de duyulmuş, görülmüş ve kapsanmış olması gerekir.


İşte bu yüzden, sosyal destek yalnızca işleri paylaşmakla ilgili değildir. Çünkü bu süreç özellikle anne ve tabiki baba için yalnızca yeni bir bebeğe değil, aynı zamanda yeni bir “ben”e de doğum yapılan bir dönemdir. Ve bu yeni benlik —savunmasız, açık, tetiklenmeye yatkın— hem kendi yükünü, hem de geçmişten gelen duygusal tortuyu taşır. Görülmek, kapsanmak, paylaşılmak yalnızca çocuklukta değil, yetişkinlikte de derin bir ihtiyaçtır. Çünkü zamanında karşılanmamış bir ihtiyaç yok olmaz; bastırılır, şekil değiştirir ve kendine yeni bir ifade alanı bulur. Belki bir bebeğin ağlamasında, bir eşin ilgisizliğinde ya da küçücük bir anda… Kökü geçmişte olan duygu, bugünün bir anına tutunarak kendini hatırlatır.


Eğer bu duygu çalışılmaz, tanınmaz ve yerini bulmazsa, asıl muhatabı olmayan kişilere yönelir. Ve bu da yüzeyde anlık rahatlama sağlarmışçasına işe yarar gibi görünür ama içteki asıl düğümü çözmez, sonraki günlerde tekrar sahneyi devralır. Şu bir gerçektir ki eksik kalan şey geçmişte yaşanmış ya da yaşanmamış olanlardan kaynaklanıyor olsa da; onunla yüzleşmek ve tamamlamak bugün hâlâ mümkündür ve bir yetişkinin sorumluluk alanındadır da aynı zamanda.. Bir ihtiyaç zamanında karşılanmamış olsa da, kırılmışlıklar derin izler bırakmış olsa da, duygular tanınmamış ve karşılık bul(a)mamış olsa da bunları anlamak ve dönüştürmek artık yetişkinin elindedir.


Duygu Odaklı Terapi bu noktada şunu söyler:


“Bir duygunun işlenmemiş olması, onun yok olduğu anlamına gelmez. Bastırılır, yer değiştirir ya da yeniden şekillenerek başka ilişkilere sızar.”


İlişkisel Aktarım ve Yeniden Sahneleme

Tüm bu süreçler içinde, bir başka bilinçdışı dinamik daha devreye girer: İlişkisel aktarım ve yeniden sahneleme (reenactment). Çocukla kurulan bağ, bazen bireyin kendi ebeveyniyle kurmak istediği ama kuramadığı ilişkinin yeniden sahnelenmesidir. Bu, çoğu zaman bilinçdışı gerçekleşir.


Bu yeniden sahnelemenin bir yüzünde öfke varsa, diğer yüzünde hâlâ süren bir özlem vardır:

Görülmek. Anlaşılmak. Tüm zorluklara rağmen tutulmak.


Öfke, bu anlamda sevgiye dair bir ihtiyacın ifadesi olabilir.


Projeksiyonun Derin Katmanları: Kim Kimi Yargılıyor?

Projeksiyon, yalnızca duyguların değil, bazen yargıların da dışarıya aktarımıdır. Kişi kendine yönelttiği eleştiriyi, çocuğun davranışında “sabırsızlık” ya da “anlamsızlık” olarak etiketleyebilir. Aslında yargılanan çocuğun davranışı değil; bireyin kendi içindeki kırılgan, eksik ve yetersiz hisseden parçasıdır. Bu yüzden iç ses şöyle olabilir:

• “Yine başaramadım.”

• “Ben galiba yeterince sabırlı değilim.”

• “Böyle hissediyorsam kötü bir anneyim.”


Ancak DOT’un temel önerisi şudur:

Suçluluk, sevgi kapasitesinin bir göstergesidir. Duyulursa onarımı doğurur; bastırılırsa utanca dönüşüp bireyi ilişkiden uzaklaştırabilir.


Erken Dönemle Yüzleşmenin Sevme Kapasitesiyle İlişkisi

“Kadın hem kocasına hem de çocuklarına güçlü sevgi duyabiliyorsa,

büyük olasılıkla çocuklukta her iki ebeveynle ve kardeşleriyle iyi bir ilişkisi olduğu;

yani erken dönemde onlara duyduğu nefret ve intikam duygularıyla

tatmin edici biçimde başa çıkabildiği sonucu çıkarılabilir.”

— Melanie Klein, Sevgi, Suçluluk ve Onarım


Bu alıntı aslında tüm bu konuşmaların temelinde yatan şeye işaret eder: Çocuklukta yaşanan hayal kırıklıkları ve duygular bastırıldıysa, öfke tanınmadan geçildiyse; bu duygular yetişkinlikte yeniden yüzeye çıkabilir. Bunların çoğu, yalnızca o ana ait değildir. Geçmişte duyulmuş ama ifade edilmemiş ya da hiç adı koyulmamış, fark edilmemiş, işlemlenmemiş duyguların bugün yeniden yüzeye çıkışıdır. Sevme kapasitesi yalnızca sevgiye açık olmakla değil, öfke ve hayal kırıklığı gibi zor duygularla ilişkilenebilmekle gelişir. Çünkü gerçek sevgi, yalnızca olumlu duyguları değil, zorlayıcı ve karışık olanları da taşıyabilme gücünü ve cesaretini içerir.


Tüm bu duygular geçmişten geliyor olabilir; eksik kalan, tamamlanmamış, adı konulmamış. Ancak bu duygularla yüzleşmek, onları anlamak ve dönüştürmek bugün hâlâ mümkündür.


Gerçek onarım yalnızca çocuğa yönelen davranışta değil, o davranışı doğuran içsel yapının dönüşümündedir. Bu nedenle çocuğun davranışını kontrol etmeye çalışmadan önce, onu hangi duygusal zeminle algıladığımızı fark etmek gerekir. Belki söylenebilecek en derin şey Şudur:


“Aslında öfkem bebeğe değil… Beni bir zamanlar duymayanlara. O zaman sesim duyulmadı, ihtiyacım karşılık bulmadı ve içimde tanımlayamadığım duygularla karanlık bir alana gömüldü. Şimdi o bastırılmış ses, bu ağlamada yankılanıyor. Evet öfkeliyim Ama yalnızca onlara değil… Bu duyguyu içimde taşıyan, yıllarca adını koyamayan, ifade edemeyen kendime de öfkeliyim. Ve en çok da, bu karmaşık duygular yerini şaşırıp sevdiğim birine yöneldiğinde —onu incitme ihtimalim doğduğunda— hissettiğim suçluluğu taşımakta çok zorlanıyorum.”


“...Sevdiğiniz birine öfkelenmek, beyinde bir delilik gibi işler...”

— Samuel Taylor Coleridge, Christabel


Çünkü sevdiğimiz birine yönelen öfke, sadece bugünün değil, geçmişin de yükünü taşır. O yük, en çok da sevginin yanına düştüğünde ağır gelir. İşte burada şunu hatırlamak gerekir:


Öfke, bazen sevginin önünde duran ağırlığı görünür kılar. Yüzleşilirse yük olmaktan çıkar; duyulursa zarar vermez. Çünkü duygular bastırıldıkça değil, anlaşıldıkça dönüşür. Ve kendini duymaya cesaret eden bir yetişkin,  eksik kalmış olanı onarabilir —hem kendi içinde, hem ilişkilerinde.


🖇️ Not: Anlatılanlar, herkes için geçerli tek bir doğruyu değil; bir duygunun mümkün yüzlerinden birini gösteriyor. Çünkü her ebeveynlik, geçmişin izlerini farklı biçimlerde taşıyor; bu duygular da herkese aynı yerden, aynı derinlikten dokunmuyor. Melanie Klein’ın Sevgi, Suçluluk ve Onarım satırlarını okurken zihnimde beliren sorgulamalardan doğan bu metin, her ebeveynlik deneyiminin kendi geçmişiyle kurduğu özgün ilişkiyi göz önünde bulundurarak, yalnızca bir duygusal ihtimali dile getiriyor.

Yorumlar


bottom of page